FLAUBERT’İN YALNIZLIĞI

Balzac ve Victor Hugo ile aynı dönemde yaşayan Flaubert, Turgenyev’e yazdığı mektupta ne kadar yalnız olduğumu bir bilsen! Konuşacak kim var ki? Zavallı ülkemizde edebiyatı hâlâ umursayan kim var? Belki de yalnızca bir kişi? Ben! Kaybolmuş bir ülkenin enkazı ve romantizmin eski fosili," diyerek serzenişte bulunuyordu…

 

Gustave Flaubert’in, Rus yazar İvan Turgenev’e yazdığı mektupta dile getirdiği bu sözler, onun hem kişisel yalnızlığını hem de 19. yüzyıl Fransa’sındaki entelektüel ve edebi ortamın çoraklığına duyduğu hayal kırıklığını çarpıcı bir şekilde yansıtıyordu.

 

Balzac ve Victor Hugo gibi devasa isimlerle aynı dönemde yaşamasına rağmen, Flaubert’in bu satırları, romantizmin coşkusunun yavaş yavaş sönmeye başladığı, realizmin ise henüz tam anlamıyla yerleşmediği bir geçiş döneminin sancılarını hissettiriyordu.

 

Flaubert, “Ne kadar yalnız olduğumu bir bilsen!” derken, sadece fiziksel bir yalnızlıktan bahsetmiyordu; onun asıl özlemi, derin bir entelektüel bağ kurabileceği, edebiyatın ruhunu paylaşabileceği muhataplardı. “Zavallı ülkemizde edebiyatı hâlâ umursayan kim var?” sorusu, Fransa’da popüler kültürün ve yüzeysel eğilimlerin edebiyatın özüne gölge düşürdüğüne dair bir serzenişti.

 

Flaubert’in kendini “kaybolmuş bir ülkenin enkazı” ve “romantizmin eski fosili” olarak tanımlaması ise ironik bir özeleştiriyle doluydu. Romantizmin duygusal taşkınlığına mesafeli duran, ama realizmin soğuk disiplinini de tam anlamıyla kucaklamayan bir yazar olarak, o, kendi çağında bir nevi “yersiz yurtsuz” hissediyordu.

Bu mektup, Flaubert’in hem kendi iç dünyasındaki çalkantıları hem de edebiyatın toplumdaki yerini sorgulayan evrensel bir çığlık gibiydi. Turgenev’e yazarken, belki de sadece bir dosta değil, kendinden sonra gelecek nesillere de sesleniyordu: Edebiyat, yalnızlığın bile bir anlam bulduğu o kutsal alan, asla terk edilmemeliydi.

 

Kendimi Flaubert kadar yalnız ve anlaşılmaz hissediyordum, üstelik benim mektup yazıp dertleşebileceğim Turgenyev gibi bir dostum da yoktu!..

 

Yüzlerce yıldır içine temiz hava girmeyen ağır kokulu hapishane koğuşuna yeni giren mahkûm çaresizliğinde nefes alamıyor, adeta ciğerlerim sıkışıyordu. Etrafım her daim karanlık ve havasız gibiydi. Derin bir dehlize kapatılmış, bir daha oradan asla çıkmayacağımı düşünerek dehşete kapılıyor, olduğum yerde çaresizlik içerisinde titriyordum.

 

Benim için asıl düşman zamandı. Zaman çok çabuk geçiyor, fakat bu geçiş iyiye işaret eden hiçbir şeyi içinde barındırmıyordu. Karanlık ve ucu görünmeyen belirsiz bir mağaranın içinde nereye gideceğini bilmeyen yalnız bir seyyah gibiydim.

 

Günler neredeyse birbirinin aynıydı. Ruhumu karanlığa çekip alan tek ve bunaltıcı bir gün gibiydi zaman! Ben farkında olmadan hızla akıyor, ruhum ve bedenim yaşlanıyordu. Güneş doğarken uyuyor, batarken uyanıyordum. Bütün hayatımın alt üst olduğunu düşünüyor, bu karmaşık ve karamsar duygudan ruhumu sıyırıp alamıyordum. Cezaevlerindeki yüksek, küçük ve havasız, içindeyken bir daha oradan asla çıkılamayacağını derin bir acıyla düşündüren, üstü dikenli tellerle kaplı avlulardan birinde sadece gökyüzünü görebilen bir mahkum kadar çaresizdim…

 

Geleceğe dair umutla endişe, hayaller ve kuşkular sürekli zihnimde yer değiştiriyordu. Hiç kimseyi görmek istemiyor, hiç kimseye güvenemiyordum…

 

Flaubert kadar yalnız, Abdal kadar umutsuz…

 

“Cehennem dediğin dal odun yoktur. Herkes ateşini kendi götürür.

 

Uzak ol cahilden kamile yakın, Sözünde mana yok darılma sakın. Alem çiçek olsa, arı ben olsam, Dost dilinden tatlı bal bulamadım. Seyyah olup şu alemi gezerim, Bir dost bulamadım, gün akşam oldu.“

 

ÇANGA