DİLAN

Hiç kimsenin varlığını önemsemediği bir ilin kimsenin gitmeyi istemediği köyünde… Bir aşk yeşermeye yüz tutarken kuru toprağında memleketimin, vicdanla bağını kesmiş insanların ayakları altında ezildi.

 

Yaşama sıkı sıkı sarılmayı salık verirken dillerinde, elleriyle kıydılar o aşkın sahiplerine. Dostoyevski ne de haklıymış: ‘Suçluyu yargılamak sadece fiilin öznesine dil uzatmakla olmaz.’ O eylemi yapmaya giderken kişi, ardında bıraktıklarına da bakmak gerek.

 

Suçluyu ağlayan birinin gözlerinde arayın bence! Kimseye sormadan… Hiç kimsenin yalanına yaslanmadan… O gözlerdeki yaşların buğusuna yansıyanlara bakın!

 

Hiç gidilmeyen yerlerin ortak yazgısı mı bu? Bir haber olur ve herkes o zaman duyar. Adı sanı bilinmeyen insanlar ölünce kahraman olur. Destanlara konu olur bilmeye gerek duyulmayan yaşamları.

 

Ölüm kapıyı çalmadan… Olmaz mıydı? Bir el diğer bir elde mutluluğa yelken açarken yüreklerde, ateş olup yakmak neden? Aynı ateşin kalplerde kor oluşu bir ceza mı yoksa kör gözlerin sahiplerine?

 

Bir mektup bıraktı çocuk… Uğruna ölmeyi göze aldığı kızın hayattan kopmaya sürüklendiği anlardan habersiz. Yaşamasını istiyordu… Onsuzluğu ölümle bile kıyaslamaya gerek duymadığı yerde… Gasilhanede yıkanırken bedeni… Karmaşık hislerle sûreler okuyup üflüyordu imam…

 

Evinin duvarında asılı eski bir pantolonun arka cebinde saklıydı mektup:    

 

Ömrümüz başka insanların yaralarını iyileştirmeyle geçti. Kendi yaramıza yabancılaştık zamanla. Kendi yaramı unuttum ben. En son ne zaman kanadı bilmiyorum. Kan kokusu gelmedi burnuma. Ne vakit kabuk bağladı aklımda değil mesela. Sevmek bu mu Dilan? Sevmek hep acı çekmek mi? Yüreğim yangın yeri gibi…

 

Sevdiklerimizin gözlerinde yaş olmamak için genç yaşta yaşlandık biz. Aşk kalbimize büyük geldi. Büyük boy aşkı ileriki senelerde de yüreğimize giydiremedik. Biz aşkı taşıyamadık be Dilan. İzin vermediler. İstemediler.

 

Bizi anca ölüm ayırır demiştin ya hani. Haklı çıktın. Seni ölü kalbimin atmayan damarlarında saklayacağım. Çürüyen bedenimin arta kalanında kemiklerim sızlarcasına hem de. Ruhumla birlikte ötelerde senin aşkınla hemhal olurken ben, bizi bize layık görmeyenleri vicdan azaplarıyla yalnız bırakacağım.

 

Gazetelerde bizi destanlara konu olan aşıklara benzeten haberlere konu olacağız. İnsanların dilinde isimlerimiz… Kendi yaralarımız yüreğimizde gömülü halde… Kimse bilmeyecek… Hiç kimse hem de…

 

Her şey mümkünken hiçbir şeyi mümkün kılmayan hoyrat ellerde ezilirken kalbimiz… Avuçlarda can çekişen aşkın hüznü ter olup akacak yüreklerimizden… Ellere… Hangi eller kıydı bize? En sevdiklerimiz mi?

 

Bir annenin iç sesinin sessizliğe gömüldüğü yerde babaların dış seslerinde kalın duvarlar örüldü etrafımıza… Ve biz o duvarları aşamadık… Yakınken… Dip dibe… El eleyken hem de…

 

Hem de! hem de deme Dilan! Deme ki duymasınlar! Bizi çok sevdiklerimiz yaktı. Onların açtığı yaralar kabuk bağlamadı ve biz öldük… Acı çeke çeke hem de!

 

Ayaklar altında ezilen aşkın sahiplerini baş üstünde taşıdılar sonra. Beyaz bir sayfada başlayan aşk, beyaz bir kefenle son buldu. Göz yaşlarıyla hem de!

 

Gözü yaşlı insanlar değil miydi onlar? Biz sadece sevdik üstelik. Diz çöküp saygıda hiç kusur etmedik. Bizi “Siz bilirsiniz!” dediklerimiz yaşatmayı bilmedi Dilan. Bize bizi sevmeyi hoş karşılamadılar.

 

Birbiri için ölen; birbirinin yaşamasını kendinden çok isteyen insanlara ölümü layık gördüler üstelik. Yaşamın kendisi bu kadar değerliyken hem de!

 

Bir hayalimiz vardı bizim. Çok da büyük olmayan… Ben sabaha senle merhaba deyip senin ellerinden bir kahve yudumlarken gözlerinde kendimi izleyecektim; sen de benim gözlerine bakışımın lezzetini hissederken gülücükler konduracaktın yeni güne…

 

Güller açmayacaktı bahçemizde. Yazlıklarda, pahalı sofralarda ya da maddiyatla güzelleşen mekanlarda yapmacık tebessümler olmayacaktı yüzümüzde… Gözlerimizde… Biz… Yalnızca biz, yalın halde… Yalnız sen ve ben… Olacaktık… Olmadı… Oldurmadılar…

 

Bizi aşkı kalbine yakıştırmayanlar mahvetti. O aşka hiç ev sahipliği yapmayanların yüreklerinde soğudu bedenlerimiz. Gün be gün hem de!

 

Bizi ölümün koynuna bıraktılar Dilan. Ölüm bizi en soğuk yanıyla yakmadı mı? Biz soğukta yandık. Derin dondurucu soğukta… Derinde izlerimiz var bizim. Çok derinde…

 

Derimde senin ismin yazılı, kemiğimin sızlayan yerinde bileğimin. Derinden izlerle yaşayacaksın bende. Ben ölmedim. Sen ölmedin. Biz ölmedik. Bilmeyecekler ama… Aşkımızı bilmedikleri kadar hem de…

 

Biz bileceğiz bir tek. “Aşıklar ölmez; ölen hayvandır!” demiş Yunus Emre. İlahi aşkın sahibinin diliyle sesleneceğiz insanlara: Biz ölmedik.

 

Aşkımızı bedenlerimiz taşıyamadı sadece. Bizi boğan ellerde can çekişti; bizi gömen ellerde; ama ölmedi aşkımız… Olması gereken yerde… Sonsuzlukta buluştuk biz…

 

Titreyen dudaklardan dökülürken “Helal olsun!” sözcükleri, ağlayan gözler gizliyordu o suçun asıl faillerini.

 

Aynada kendini görmeyen insanların omuzlarında sürüklenirken bedeni için kazılı yere, başka bir evden de ağıt sesleri yükseliyordu. Yaşlarla bezeli gözlerin gizlediği suçlular… Olay mahalinde en çok onlar ağlıyordu.

 

Muş’ta ölüme gönderilen aşkın sahipleri Dilan ve Yakup’un anısına…