DEPREM VE CEHALET

6 Şubat 2023’te, Türkiye’nin onlarca şehrini yerle bir eden, binlerce insanımızın hayatını çalan o dehşet verici deprem, yüreklerimizde derin bir yara açmıştı. Ancak bu yara, ne yazık ki, çabuk unuttuğumuz bir acıya dönüştü. Felaketlerden ders çıkarmayan, sorunlara günübirlik çözümlerle yaklaşan, kişisel çıkarlar uğruna sessiz kalan bir toplum olarak, sadece kendimizi değil, şehirlerimizi de betondan mezarlara mahkûm ettik. Muş, bu trajedinin en çarpıcı örneklerinden biri.

 

Muş’un tarihi dokusu, bir zamanlar bu şehrin ruhunu yansıtan Kale Mahallesi, TOKİ’nin estetikten yoksun yapılarıyla yok edilirken, toplum olarak hepimiz sessiz kaldık. Sessiz kalmakla yetinmedik, o ucube yapıları bir lütuf olarak kabul edenlerimiz bile oldu.

 

Şehrin geri kalanı ise yıllar içinde yüksek katlı binalarla kuşatıldı, çarpık kentleşmenin pençesine, dar sokaklara teslim oldu. Bugün, Muş’ta olası bir depremde ayakta kalabilecek bina sayısı neredeyse yok denecek kadar az. Sağlam olmayan zeminler, depreme dayanıklı tasarlanmayan yapılar, miadını doldurmuş ancak hala yıkılmayan binalar, felaketi adeta bağırarak haber veriyor.

 

Bu şehirde kaç tane deprem toplanma alanı olduğunu, bu alanların nerede nerede olduğunu ve kullanılabilirliğinden haberdar olan var mı? Bir metreye yakın kar yağan bir günde meydana gelen 6 şubat depreminde kucağında bebekleriyle ağlayarak nereye gideceklerini bilmeyen o genç çift, hiçbir zaman gözümün önünden gitmiyor. Hangimiz bu gerçeğin tam olarak farkındayız? Bu gerçeği görmezden gelmeyi tercih etmiyor muyuz?

 

 

Son İstanbul depremi, 6 Şubat felaketinin acı hatıralarını bir kez daha canlandıradursun Muş’ta, ne bu depremlerden ne de geçmişteki yıkımlardan ders alınmadığını gösteriyor. Gelişmemiş toplumların ortak hastalığı olan “son raddeye gelmeden fark edememe” anlayışı, Muş’u esir almış durumda. Beton yığınları arasında yaşam sürenler, depremin bu şehre uğramayacağına dair sorgusuz bir tevekküle sığınıyor galiba. Bu tevekkül, önlem almayı değil, ezik bir kabullenişi dayatıyor adeta.

 

Karar vericileri seçerken liyakati göz ardı eden, kör ideolojilere ya da kişisel menfaatlere teslim olan bir toplumun yarattığı tablo, Muş’un her köşesinde kendini gösteriyor. Kale’ye ya da Bayrak Tepe’ye çıktığınızda, bu çirkin, estetikten yoksun, iç bunaltan yapılaşmayı net bir şekilde görüyorsunuz. Bu manzara, depremin yıkıcılığından daha korkunç bir gerçeği fısıldıyor: Muş insanının dar, cehaletle harmanlanmış, değişime direnen ruh hali, bu şehir için en büyük tehdit!

 

Kendisini saygı duyulmaya layık görmeyen, hak ettiğini talep edemeyen, fakirlik ve yoksunlukla terbiye edildiğine inanan bir toplum, deprem gerçeği karşısında da enkaz altında kalmaktan kurtulamayacak. Deprem öldürür mü, bilinmez; ama cehalet, bir toplumu günden güne bitiriyor. Muş, bu gerçeğin en acı yansıması.

Eğer bu şehir, bu ülke, bir gün gerçekten yaşanabilir bir yer olacaksa, önce cehaletin esaretinden kurtulmak zorundayız. Depreme dayanıklı binalar inşa etmek, sağlam zeminler seçmek, liyakatli yöneticiler atamak, sadece başlangıç. Asıl mesele, sorgulayan, talep eden, geleceğini beton mezarlara teslim etmeyen bir toplum ve gelecek inşa edebilmek. Aksi takdirde, ne Muş ne de başka bir şehir, felaketlerin gölgesinden kurtulabilecek.

Deprem, bir doğa olayıdır ve önlem alınabilir; gelişmiş ülkeler bunu bizlere net bir biçimde gösteriyor ama cehalet, bir toplumun felaketidir. Muş, bu felakete karşı uyanmadıkça, enkaz altında kalan sadece binalar olmayacak!..

 

ÇANGA