6 Şubat depreminin üstünden bir yıl geçti. Kiminin ölüm yıl dönümü oldu bugün, kimininse tekrar tekrar öldüğü gün. Kimi hatırlamayacak bu acı günü, kimi de hatırlasa bile hissedemeyecek bu acıları.
Hissetsek bile anlayamayacağız bizi neden terk ettiklerini. Ama bilmediğimiz bir şey var Murathan Mungan’ın dediği gibi "Giden değil, kalandır terk eden / Giden bu yüzden gitmiştir zaten."
Nasıl terk ettik ki onları, nasıl yüzüstü bıraktık? Bu sorunun cevabını ben değil kendi vicdanınız verebilir size sadece. Ama hemen kader demeyin lütfen, o sihirli sözcüğe sığınmayın.
Kader değil onları öldüren, kader sadece o depremin olmasıydı. Hem ne diyor Heraklitos, "İnsanların karakterleri onların kaderleridir."
Her insan bundan sorumludur işte. Karakterlerimiz ölçüsünde yaşayabilir, karakterlerimiz ölçüsünde öldürebiliriz. Yaşam ve ölüm arasındaki çizgi de böylece ayrılmış olur; yaşayanlar, ölenler ve iki çizgi arasında kalanlar. Düşünün biraz yaşıyor muyuz, yoksa ölüyor muyuz diye? Hayır, biz ne yaşıyoruz ne ölüyoruz, ne yaşatıyoruz, ne de öldürüyoruz. Biz iki çizgi arasında oturup bekliyoruz.
Sanki hiçbir şeyin sorumlusu biz değilmişiz gibi ama bir taraftan da hissediyoruz o acıyı, o kederi. Moloz yığınlarının arasında kayboluyoruz, yardım çığlıklarına koşuyoruz, elimizde, avucumuzda ne varsa veriyoruz. 1 dakika yaşıyoruz, 1 dakika ölüyoruz.
Kimse görmüyor ama kendini bu felaketin sebebi, kimse geçmişe bakmıyor, 1 dakikada hatırlayıp 1 dakikada unutuyoruz her şeyi. Eskisi gibi olacak zannediyoruz, herkes mutlu, herkesin hafızasından silinmiş sanki o kara gün.
Hiçbir ders çıkarmıyoruz, hiçbir ders veremiyoruz kendimize. Hep aynı yolda ilerliyoruz ve o yoldan şaşmıyoruz, yolun sonunu görmek istiyoruz inatla, ama bulamıyoruz, göremiyoruz, gözümüzün önünde olanı asla.
Yazımı Tolstoy’un şu sözüyle bitirmek istiyorum: "Tanrı’nın ülkesini ve onun gerçeklerini arayın, geri kalanı bırakın." Oysa biz geri kalanı arıyoruz ve belli ki bulamıyoruz.”
Bu depremde vefat eden tüm insanlar ve anılarına…